31 Ağustos 2012

Meçhul Dost



Meçhul Dost (Familiar Stranger), 1972 yılında Psikolog Stanley Milgram tarafından insanların kent ortamında sanılanın aksine psikolojik yalnızlık çekmediklerini ifade etmek üzere ele alınmış toplumsal bir olgudur. Bildiğimiz, tanıdığımız kişiler ile sadece bir kez karşılaştığımız ve bir daha asla görmeyeceğimizi bildiğimiz kişiler arasında bir yerdedir. Görmediğimizde yokluğunu fark eder ve hatta ne olduğunu merak ederiz.

Meçhul Dostlarımız mahallede sürekli aynı yerde duran seyyar satıcı, işe gidip gelirken hemen her gün aynı ulaşım aracını kullandığımız biri ve belki sık sık gittiğimiz cafenin kedisi olabilir. Hiç etkileşime girmeden düzenli karşılaştığımız Meçhul Dostlarımız ile olan ilişkimiz, her iki tarafın karşılıklı olarak birbirlerini görmezden geldiği gerçek bir ilişkidir.

Bu kişiler tanıdık ortamlarda düzenli olarak karşılaştığımız için mekân ile bağlantı kurmamızı sağlamakta, yabancı bir yerde ve yalnız olmadığımızı hissettirerek bize sosyal anlamda destek oluşturmaktadır.

Zaman geçtikçe, meçhul dost ile iletişime geçmek daha da zorlaşır. Araştırmalar meçhul dostların ancak her zamanki bağlamın dışında ya da herhangi bir acil durumda karşılaştıklarında durup selamlaştıklarını ve hatta sohbete başladıklarını göstermektedir.



30 Ağustos 2012

Ben Dili

Kişinin karşılaştığı durum veya davranış karşısında tepkisini kendi duygu ve düşünceleriyle açıkladığı ifade tarzına “ben dili” adı verilmektedir.


Sen dili mesajı: “Sen beni kızdırdın.”

Sen dili kullanımı yargılayıcı ve suçlayıcıdır, olumsuz genellemeler içerir. Karşı taraf eleştirildiğini hissettiği için kendini savunmaya çalışır, karşı gelir, direnir ve hatta saldırıya geçer. Davranıştan çok kişiliğe yöneliktir, neye kızıldığının anlaşılmamasına neden olur, konu amacından uzaklaşır.

Ben dili mesajı: “Kendimi kızgın hissediyorum.”

Ben dili kişinin olay karşısındaki gerçek duygu ve yaşantılarını açıklar. Yargılama, yorum veya suçlama içermez dolayısıyla ben dilinin kullanımı karşı tarafa suçluluk hissettirmez. Herhangi bir saldırı olmadığı için savunma durumu da söz konusu değildir. Kişiliğe değil davranışa yöneliktir. Karşı taraf dinlemeye ve iletişimi sürdürmeye istekli olur.

Ben Dili ile Cümle Kurarken

·  Durum nedir?
·  Durumla ilgili ne hissediyorum?
·  Hislerimi destekleyen düşünceler, yorumlar, inançlar neler?
·  Karşı taraftan ne istiyorum?
·  İstediğim yerine getirilirse, bunun olumlu sonuçları neler olacak?

Örnek Ben Dili Cümlesi

“Sana kendimle ilgili birşeyler anlatmaya çalışırken başka şeylerle ilgilendiğinde (durumu açıklıyorum) çok bozuluyorum (hissimi aktarıyorum) çünkü anlattıklarımı ve hatta beni önemsemediğini düşünüyorum (düşünce ve yorumlarımı açıklıyorum). Bundan sonra, o an beni dinlemek için uygun değilsen bunu bana söylemeni istiyorum (karşı taraftan ne istediğimi belirtiyorum). Böylece sen kendi işinle rahatlıkla ilgilenirsin, ben de üzülmem (olumlu sonuçları aktarıyorum).”


Ben dilini kullanırken unutulmaması gereken önemli bir nokta da ses tonu ve beden dilidir. Ne söylediğimiz kadar, nasıl söylediğimiz de önemlidir.


29 Ağustos 2012

Stockholm Sendromu


Mağdurun kendisini rehin alan, kaçıran, zapt eden kişiye karşı sevgi bağı ve sempati duyması, yaptığı eylemi bir şekilde haklı görmesi Stockholm Sendromu olarak adlandırılmaktadır. Şiddete maruz kalan, tecavüze uğrayan, fuhuşa zorlanan, kaçırılan, toplama kamplarında tutulan kişilerde, savaş esirlerinde, tarikat üyelerinde ve aile içi şiddet mağdurlarında görülebilmektedir. Adını 1973 yılında İsveç’in Stockholm şehrinde yaşanan bir banka soygunundan almıştır. Yaşanan banka soygununda soyguncular 6 gün boyunca rehin tuttuğu banka personeline iyi davranmış, rehineler soyguncuları polis baskını konusunda uyarmış, mahkemede soyguncular aleyhine ifade vermeyi reddetmişlerdir.

Bu sendromun temel nedeni, bir anlamda hayatta kalma içgüdüsüdür. Mağdur yaşadıkları karşısında dış dünyadan soyutlanır, ihtiyaçlarının karşılanabilmesi için uygulayıcıya bağımlı olduğunu hisseder. Az da olsa bir takım ihtiyaçlarını karşılayan uygulayıcıya karşı minnettarlık hisseder ve yaptıklarına hak vermeye başlar. Zamanla uygulayıcının şiddet eğilimini ve içinde bulunduğu tehlikeyi göz ardı eder. Yaşadığı tek olumlu ilişkinin uygulayıcı ile yaşadığı ilişki olduğunu düşünür, bu ilişkiyi kaybetmek istemez.



Tükenmişlik Sendromu


Tükenmişlik Sendromu (Burnout Syndrome), daha çok doğrudan insana hizmet eden alanlarda sağlık çalışanları başta olmak üzere yönetici konumundaki kişiler ile önemli kararlar vermek zorunda olan, zaman baskısı ile iş yapan ve dikkatini yoğun olarak kullanan çalışanlar arasında görülmektedir. Tükenmişlik sendromu olan çalışanlar, mesleğin ve işin gereklerini yerine getiremez duruma gelmektedirler.

Aşırı iş yükü ve dinlenme zamanının az olması, yöneticilerin ve/veya denetimin yetersizliği, yetersiz uzman eğitimi ve yönlendirme, yaptığı işi kontrol etme veya etkileme duygusundan yoksun olma, çalışanlar arasında destek ve sosyal ilişkilerin olmaması, aşırı zor ve yoğun iş ortamı gibi çalışma ortamıyla ilgili bazı problemler strese ve kişinin kendisini yaptığı işte mutsuz hissetmesine neden olmaktadır. Sonuç olarak da kişinin sunduğu hizmeti ve hizmetin kalitesini doğrudan olumsuz yönde etkilemektedir.

Belirtileri:
  • Fiziksel; kronik yorgunluk, güçsüzlük, enerji kaybı, yıpranma, hastalıklara daha hassas olma, sık baş ağrıları, bulantı, kas krampları, bel ağrısı, uyku bozuklukları gibi değişik sorun ve yakınmalar.
  • Duygusal; depresif duygulanım, desteksiz, güvensiz hissetme, ümitsizlik, evde gerilim ve tartışma artışı, kızgınlık, sabırsızlık, huzursuzluk gibi negatif duygulanımlarda artış, nezaket, saygı ve arkadaşlık gibi pozitif duygulanımlarda azalma.
  • Zihinsel; doyumsuzluk, kendine, işine ve genel olarak yaşama karşı negatif tutumlar.
12 Aşaması;
  • Kendini kanıtlama kompulsiyonu
  • Daha çok çalışma
  • İhtiyaçları göz ardı etme
  • Çatışmaların yer değiştirmesi (fiziksel belirtiler)
  • Değerleri gözden geçirme (sosyal izolasyon)
  • Ortaya çıkan problemleri inkar etme (agresyon, laf sokma)
  • Geri çekilme (minimum sosyal kontak, alkol kullanımı, umut kaybı)
  • Görünür davranış değişiklikleri
  • Duyarsızlaşma
  • İçsel boşluk (aşırı yeme, seks, alkol, uyuşturucu)
  • Depresyon
  • Tükenmişlik sendromu
 
 

24 Ağustos 2012

Öfke Paradoksu



Kızgınlık ve kızgınlığın daha yoğun hali olan öfke duyguları, varlığımızı tehdit eden olaylara karşı gösterdiğimiz duygusal, düşünsel, bedensel ve fizyolojik bileşenleri olan tepkilerdir. Saldırıya maruz kaldığımızda kendimizi savunmamıza ve savaşmamıza yardım eden güçlü tepkilerin ortaya çıkmasını sağlamaktadır. Kızgınlık  ve öfke aynı zamanda birer iletişim unsurudur. Değişmesi gereken bir şeylere işaret eder, sınırları belirlememize ve korumamıza yardımcı olur, bizi bir şeyler yapmaya iter, motivasyon sağlar.

Belirsizlik, adaletsizlik, engellenme, haksızlık, tehdit, reddedilme, istismar, saygısızlık, kalabalık, gürültü, yalan gibi birçok durum bizi kızdırır ve öfkelendirir. Altta yatan gerçek duygu üzüntü, endişe, kırgınlık, hayal kırıklığı, kaygı, korku, kıskançlık veya utanç olabilir ancak dışa vurduğumuz duygu genellikle kızgınlık ve öfkedir. Bu nedenle kızgınlık ve öfke duygularının bir tür savunma mekanizması olduğu söylenebilir.

Kızgınlık ve öfke herkes tarafından farklı sıklıkta ve  farklı şekillerde yaşanır, önemli olan bu duyguları nasıl ifade ettiğimizdir. Kontrolden çıkıp yıkıcı olmadığı sürece normal, sağlıklı ve insani duygulardır. Yapılan araştırmalar bir kişinin ortalama olarak günde üç defa öfkelendiğini ve farklı yöntemlerle öfkesini ifade ettiğini göstermektedir.

Kızgınlık ve öfke anında engellenmeye karşı toleransımız genellikle düşer. Olayları istemeden abartılı ve çarpıtılmış olarak algılarız. Birçok araştırma kızgınlık duygusunun boşaltılmasının kızgınlık, öfke ve saldırganlığı daha çok arttırdığını, sorunu çözmek anlamında herhangi bir faydası olmadığını ve öfkeli tavırların daha çok öfkeye yol açtığını göstermektedir.

Kızgınlık ve öfke, bastırmaya ve belli etmemeye özen gösterdiğimiz duyguların başında gelir. Mutlu olduğumuzda çevremize olumlu enerji veririz, üzgün olduğumuzda çevremizde teselli etme ve dayanışma isteği uyandırırız. Ancak kızgınlık ve öfke duyguları en istenmeyen duygulardır, uzun sürmese bile ortaya çıktığı andan itibaren bu duyguları yaşayan kişinin kendisini ve çevresindekileri olumsuz etkiler.

Yapılan çalışmalar, düzenlenen eğitimler çoğunlukla kişinin kendi kızgınlık ve öfke duygularını kontrol etmesine yöneliktir. Kişiye beklemesi, sessiz kalması, sakinleşmesi, düşünmesi önerilir. Ancak kızgınlık ve öfke oldukça güçlü, ifade edilmesi de bir o kadar kolay duygulardır.

Bastırılan kızgınlık ve öfke, kaygı ve depresyona yol açabilmektedir. Ayrıca ifade edilmeyen bu duygular baş ağrısı, tansiyon yükselmesi, mide rahatsızlığı, varolan fiziksel rahatsızlıkların kötüleşmesi, sinir sistemi rahatsızlıkları, solunum ve dolaşım sorunları, uykusuzluk, bağışıklık sisteminde zayıflama gibi birçok fizyolojik probleme de yol açabilir.

Madalyonun diğer yüzünde ise kızgın, öfkeli biri ile karşı karşıya kaldığımızda ne yapacağımızı şaşırırız. Bu duyguların saldırganca ifade edilmesi bizi olumsuz etkiler. Hatta sakin bir şekilde sadece sözel olarak ifade edilse dahi bizde olumsuz duygular uyanabilir. Daha da ötesinde, hiç ifade edilmediğinde kaşların çatılması, dudakların daralması gibi istemsiz yüz ifadelerini veya farkında olmaksızın değişen ses tonunu kolaylıkla fark ederiz. Bu duyguların neden yaşandığına odaklanmak yerine ister istemez direk duygunun kendisine odaklanırız. Kızgınlık ve öfke karşısında tedirgin, rahatsız oluruz. Hatta bu duyguları tehditkar bulur, kendimize yönelik algılarız. Karşımızdaki kişinin öfke seviyesi arttıkça bizim de o kişiye karşı tolerans seviyemiz düşer. Kendimizi korumak için görmezden gelme, duvar örme, pasif agresif hatta bazen direk agresif tepkiler verme gibi farklı savunmalar geliştiririz. Bu da genellikle öfkeye konu olan konuyu çözümsüzlüğe götürür ve karşımızdaki kişiyi daha da sinirlendirir.