Arada bir söner gibi görünse de ateşe atılan bir odunla alevlenen İzmir tartışmalarında, bildik/beylik sözlerden, cümlelerden geçilmiyor, belki fark etmişsinizdir. Hatta bazen tartışılmıyor, farklı/aykırı bir cümle kuranın üzerine, kimi isimler adeta atlıyor, pata küte girişip ‘zafer’ kazandığını varsayıyor.
Oysa tartışmak… Sevgili Haşmet Babaoğlu’nun bir süre önce Sabah’ta yazdığı gibi, “Anlamak ve anlaşmanın yolu değildir. Olamaz. Çünkü anlamak sakin kafaya muhtaçtır. Laf kalabalığını, iddiaya tutuşmayı, inatlaşmayı sevmez. Şöyle bir durup çevreye ve dünyaya bakmayı; çoğu zaman da oturup yeni baştan öğrenmeyi gerektirir. Cesaret ister bir de… Öyle ya, bazı şeyleri anlamaya başlayınca, alışkanlıklarımız alt üst olacak ve belki de doğru bildiğimiz ne varsa, yeniden tanımlanacaktır. Konforlu bir şey değildir anlamaya çalışmak! Rahatsızlığı hatta acı çekmeyi göze almalıdır.”
Ez cümle, İzmir üzerine Diyanet İşleri Başkanı’nın söylediği sözler üzerine kopan mini fırtınadan, ağız/fikir dalaşından sonra, ortalık nispeten sakinleyince, Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Psikoloji Bölümü’nden Sosyal Psikoloji Ana Bilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Nuri Bilgin’in yanına gittim.
Ege Üniversitesi İzmir Araştırmaları Merkezi, Mülkiyeliler Birliği İzmir Şubesi ve İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin işbirliği ile 2009 Ekim’inde gerçekleştirilen “İzmirli Olmak” Sempozyumu’nun açış konuşmasını yapmış, yüksek lisans öğrencisi Pınar Uğurlar ile birlikte sempozyumda “İzmir ve İzmirlilere İlişkin Algı ve Temsiller” başlıklı bir bildiri sunmuş Prof. Dr. Nuri Bilgin’e ‘zihnimdeki yüzlerce dipnot’tan öne çıkanları aktardım. Ezbersiz, siyasallaşmamış, yalın cümlelere ihtiyacım(ız) olduğunu söyledim. Sakin/bilimsel bir pencereden bakıldığında, İzmir’in nasıl göründüğünü sordum.
Beni epey silkeledi Nuri Hocam, bakalım sizde etkisi ne olacak söylediklerinin?
GÖNÜL SOYOĞUL: İzmir kadar tartışılan, üzerine bu kadar çok konuşulan, yazılan, bu kadar çok sembolle ifade edilmeye çalışılan bir şehir var mı?
NURİ BİLGİN: İzmir’in gündemde sık sık öne çıkan bir kent oluşu konusunda saptamanız doğru... İzmir, nüfusuna göre oranlandığında diğer büyük şehirlere kıyasla hem kitle iletişim araçlarında hem de sosyal medyada daha çok konuşuluyor. Daha önceki bir araştırmamda yaptığım hesaba göre, önemli bir sosyal medya platformu olan Ekşi Sözlük’te, İzmirliler ya da İzmirli olmak, İstanbul ve Ankaralı olmaktan görece daha çok yer tutuyor. Bu şunu gösteriyor; İzmir insanların sosyal muhayyilesinde, toplumun imajinasyonunda daha çok yer kaplıyor. Daha çok merak ediliyor. Demek ki diğerlerine nazaran cezbeden, dikkat çeken bazı yanları var. Ama bu illa ki iyidir-kötüdür diye bir şey söylemiyorum.
SOYOĞUL: Farklı…
BİLGİN: Evet, öyle algılanıyor. ‘İzmir farklıdır’ demek istemiyorum, ‘farklı algılanıyor’ demek istiyorum. İkisi aynı şey olmayabilir.
SOYOĞUL: Hemen, araştırmanızdan söz etmişken Ekşi Sözlük üzerinde yaptığınız bu çalışma çok ilgimi çekti. Neden Ekşi Sözlük, niye onu baz aldınız?
BİLGİN: Başka bir şey de olabilirdi ama bu alan aslında sosyal düşünce alanı... Yani bilim adamlarının ürettiği bir düşünce alanı değil. Uzmanların kontrolünde bir alan değil. İnsanların günlük hayatta birbirleriyle konuşurken, kendiliğinde serbestçe ürettikleri düşünceleri anlamaya çalışıyoruz. Ekşi Sözlük, bunun önemli platformların bir tanesi.
SOYOĞUL: Halkın düşüncesi gibi bir şey mi?
BİLGİN: Sağduyu düşüncesi denebilir buna. Ortak duyunun; kontrolsüz, sıradan insanın düşüncesi… Sıradan insandan kasıt, aşağılamak için değil, uzman olmayan anlamında. Ben sosyal-psikolog olarak uzmanım, ama evime gittiğim, sokağa çıktığım zaman ben de sıradan insanım. Günlük hayatta eşimle, dostumla nasıl konuşuyorum, insanlar nasıl konuşuyor? Orada bir takım görüşler, teoriler üretiyorlar. Bunlardan bir kısmı Ekşi Sözlük’te yansıyordu; iyi ya da kötü..Ben İzmir hakkında söylenenleri analiz ettim.
SOYOĞUL: Bir söyleşinizde ‘Türkiye Cumhuriyeti tarihini bir modernleşme süreci olarak görüyorum’ demişsiniz. Hatta bir modernleşme serüveni… Yaşanılan acılardan da, birtakım olaylardan yola çıkarak… ‘Modern, demokratik ve laik bir ülke haline gelmek Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu felsefesi’ diyorsunuz. Peki bu felsefenin İzmir izdüşümünü nasıl hayal edebiliriz, nasıl ifade edebiliriz? Çünkü cumhuriyet ve İzmir kavramları hep çok iç içe. Belki konuyu buradan açabiliriz…
BİLGİN: Başlamadan önce bir kayıt düşmek istiyorum. İnsanlar belirli bir konuda konuşurken onu ister istemez rölyef halinde kabartıyorlar. Dikkatimiz oraya odaklanıyor ve dolayısıyla diğer insanlardan, şehirlerden farklılaştırarak bakıyoruz. Şimdi bir defa şunu görmek lazım; insanlar orada veya burada bu kadar çok farklı değildir. Evrensel olarak benzerlikler olduğuna inanıyorum, insanların bazı ortak özellikleri, daha doğrusu benzer özellikleri vardır. Nasıl algılarlar dünyayı, nasıl açıklarlar başkalarının davranışlarını? Çeşitli konularda, örneğin kendileri ve başkaları, başarı ve başarısızlıkları hakkında ne tür yanlılıklar ya da tarafgirlikler gösterirler? Bunlar birbirine çok benziyor... Bu nedenledir ki, zaten insan davranışları bir bilimin konusudur. Demek ki bir Fransız, Amerikalı, Suriyeli, Türk pek çok açıdan benzerlikler gösteriyor bazı konularda... Bir defa bunu koymak lazım... Aynı şeyi Türkiye ölçeğine getirirsek, şehirlerarasında da bu kadar devasa uçurumlar yoktur. Ama biz bir şey hakkında konuşurken onu ya kabartırız, öne çıkartırız ya da diğerlerini alçaltarak onun ortada görünmesini sağlarız. Ve çok farklı bir şeymiş gibi konuşmaya başlarız. Bir defa buradan başlamak lazım... İzmirlinin sergilediği bazı yanlılıklar, hatalar veya fedakarlıklar, güzel şeyler başkalarında da vardır. Bir defa bunu görmek lazım... Demek ki farklılıklar üzerinden konuşurken, çok abartmamak gerek.
SOYOĞUL: Ama biraz önce farklı bir algıdan bahsettiniz…
BİLGİN: İnsanlar arasında bilim adamının gözlediği benzerliklerden söz ediyorum. Farklı olan bunun algılanışında, algısal planda.
SOYOĞUL: Ama o algı nasıl bu hale geldi o zaman? 30 yıllık gazeteciyim, meslek hayatımın ilk 20 yılımda böyle sorular sormak, İzmir üzerine böyle bir sohbet etme gereğini duymadım. Hiçbirimiz duymadık. Bu kabardıysa köpürdüyse son 10 yılda böyle… Niye?
BİLGİN: Tabii bu durum biraz genel süreçlerle ilgili... Eskiden biz dünya hakkında da bu kadar bilgi sahibi değildik. İletişim ağlarının yaygınlaşması, iletişim kanalların artması bizi, birbirimizi temas haline soktu. Bu temas bir yandan benzerlikleri artırırken, bir yandan farklılık arayışlarını da artırıyor. Kimlik arayışları da artış halinde... Bundan 30 yıl önce Türkiye’de bu kadar çok keskin değildi. Bugün görece daha çok artmış görünüyor. Bu genel süreçlere değinmek istemiyorum ama İzmir’e gelelim… İzmir’le ilgili olarak şöyle bir şey yapsak acaba sizin sorunuza sonradan dönmek için eleştirilen şeyler veya dikkat çeken yanlar, ister iyi yanıyla ister kötü yanıyla diğerinden farklı oluyor. Bunlar da çoğu zaman gazetelere, medyaya yansıyan görüntüler üzerinden oluyor. Şu tepki yürüyüşü veya bu yürüyüşe tepki vs. gündemde öne çıkarılıyor… Bunları anlamak için daha genel bir perspektiften bakmak ve teorik bir analiz çerçevesi çizmek gerek.
SOYOĞUL: Böyle bir çerçeve çizilebilir mi? Analiziniz ne?
BİLGİN: Ben şöyle bir analiz yapmak istiyorum.
Birinci husus şu: Daha sosyolojik bir perspektifte ve somut isimleri unutarak düşünsek, herhangi bir şehir, herhangi bir toplum, herhangi bir grup genelde bir sosyal normla, yücelttiği bir normla karakterize edilir. Bu norm çoğu zaman pek çok şehirde kutsal kaynaklıdır, çoğu zaman da din kaynaklıdır… Bu sosyal norm, buyurucu bir niteliktedir, insanlar için bir standart niteliğindedir,... Norma, kural demiyorum, normu, ölçü anlamında kullanıyorum. Bu tür gruplar yabancılarla, farklı olanla karşı karşıya geldikleri zaman onun üzerinde bir baskı uygularlar. Bu konformitenin gücüdür; normu olan bütün gruplarda hissedilen bir güçtür… Yalnız gruplar arasında şöyle farklılıklar var. Araştırmalara göre bir grupta norm ne kadar belirginse, baskı o kadar keskin oluyor sapmalara karşı… Sapmalar da illa kötü anlamda değil, iyi, olumlu anlamda da olabilir, yaratıcılık veya yenilik gibi norma uymayan davranışlar da hedef olabilir. Bunların hepsi mümkündür. Herkesin ‘A’ dediğine siz ‘B’ derseniz bu sapmadır. Ama bu ‘B’ olumsuz veya olumlu anlamda olabilir. Peki grubun tepkisi ne zaman sertleşiyor, keskinleşiyor? Norm olacak bir defa. Normu belirgin olmayan veya hissedilmeyen gruplara ‘anomik’ diyoruz. Bir grup ne kadar anomik ise sapmalara karşı baskı o kadar azdır, çünkü uyulacak güçlü bir norm yoktur. Örneğin büyük kentlerin merkezleri, kenar mahallelerine kıyasla daha anomiktir; kent merkezlerinde hakim tek bir norm yoktur, çeşitlilik görülür. Çeşitli normlar vardır; bu zeminde mahalle baskısı oluşmaz.
İkinci husus normun türüyle ilgilidir; bu normun doğruluk hakikat adına yapılması halinde baskı daha fazladır. Şunu söylemeye çalışıyorum; eğer hakim grup hakikati elinde tuttuğuna inanıyorsa, yani ‘A, A’dır’ diyorsa farklılıklara tolerans azalır. Bu durum, çoğu zaman Anadolu’nun geleneksel kentlerinde muhafazakârlık olarak ortaya çıkar. Yozgat’ta, Afyon’da, küçük kazalarda, benim memleketim olan Sandıklı’da, Kula’da… Bu tür yerlerle belirli normlar ekseninde işleyen bir sosyal kontrol vardır. İnsanlar birbiri üstünde yasaların dışında bir kontrol uygular, sapmalara izin vermezler. Nitekim buralarda çoğu zaman sapma yerleri şehirlerin dışına atılmıştır. Meram Bağları, Ese Bağları geleneği vardır buralarda sapma yerleri olarak. Toparlarsak, sosyal baskı için ilk olarak güçlü bir norm olması lazım... İkincisi bu normun hakikat adına yapılması lazım... Örneğin ‘öyle de böyle de olabilir’ şeklinde kişilerin tercihine izin veren bir norm değil, ‘bu böyledir’ diyen bir norm gerek. Bu bakımdan baktığımız zaman İzmir’in hakikat adına vazedilen keskin, belirgin bir normu var mıdır? Mesela dinler veya dinsel pratikler konusunda? Yoktur… İstanbul’da pek çok bölgede, Konya’da vardır. İstanbul’u bir kenara bırakalım; çok kozmopolit, ama Konya’nın, Kayseri’nin, Kütahya’nın, Afyon’un bir sosyal kontrol ya da mahalle baskısı biçiminde kendini hissettiren normları vardır. Prensip olarak denebilir ki bu norm çiğnendiği zaman büyük bir baskı kendini gösterir. Norm yoksa veya tercihlere imkan varsa, baskı yoktur. Bu açıdan İzmir bir defa kesinlikle; gazetelere yansıyan konuları bir yana bırakıyorum insanlar arası ilişkilerde, günlük hayatta ortaya koydukları düşüncelerinde daha esnektir; çünkü bu düşünceleri yargılayıcı, hakim, dominant bir normu yoktur.
Üçüncü husus, kültürler arası etkileşimle ilgili. Bir kent veya toplum, eğer tarihinde farklı kültürlerle temas içinde değilse kendi normuna daha çok inanmayı sürdürecektir. Farklı kültürlerle etkileşim halinde olanlar daha esnek olacaktır. Örneklersek, tüccarlar toplumun diğer kesimlerine göre daha anlayışlı, daha esnektir; bir ülkenin iç bölgelerindeki kentlere göre sınır kentleri de daha esnektir. Yabancılarla daha çok alışveriş içindedir, daha çok saldırıya maruz kalmış, daha çok işgal görmüştür, farklı yaşam modelleri tanımıştır. Bir araştırma yapmıştık diğer milliyetlere karşı önyargıları konu alan. Biri Kiraz diğeri Kuşadası olmak üzer iki farklı kenti karşılaştırmıştık... Kiraz daha içerlerde etkileşimden uzak, dışa kapalı; Kuşadası yabancı turistlerle daha çok ilişki içinde bir kent... Diğer gruplarla temas halinde olan Kuşadası’nda önyargılar ve kalıp yargılar Kiraz’a göre daha az ve daha yumuşak... Bu bakımdan Konya’yla, Yozgat’la, Kayseri’yle İzmir’i karşılaştırıp İzmir’i daha önyargılı ilan etmek tutmuyor. Sosyal psikolojinin bize söylediği şu: Eğer önyargıları azaltmak istiyorsanız, gruplar arası teması artırın! İzmir, tarihinin çok eski dönemlerinden bu yana farklı gruplarla temas halinde olan bir yer. İstanbul gibi bir ölçüde.
Toplumların farklı olana bakışını anlamada dördüncü husus ya da etken, tehlike algısıyla ilgili. Grup veya topluluklar tehdit altında olduklarını hissettikleri zaman pozisyonlarında daha ısrarlı, kararlı ve daha acımasız tepkiler gösteriyorlar. Tehdit altındayken norma daha çok sarılıyorlar. Korunma amaçlı bir tepki bu; kendilerine güvenlerini ve özsaygılarını yükseltme amaçlı. ‘Biz iyiyiz güçlüyüz’ demek için… Bu tepki belirli koşullarda ortaya çıkar; örneğin savaş anında insanlar anılarını unuturlar birleşir; aynı şekilde bir aile, üyeleri aralarından birinin ölümü karşısında birleşir.
SOYOĞUL: Bu açıdan baktığımızda İzmir’deki insanlar geleceğe güven açısından kendilerini daha mı çok tehdit altında hissediyorlar ya da daha mı az güvenliler?
BİLGİN: Bence aksine İzmirliler daha çok özgüvenli. Yaşam güvenleri açısından söylüyorum. Konjonktürü düşünmeden 20, 30, 40 yıllık bir periyodu alırsanız, İzmir daha güvenli bir kent olarak görünüyor. İnsanlar tehdit altındayken büzülürler, masraflarını kısarlar ve harcamalarında minimumda kalırlar. İzmirlinin yaşam tarzına bakın, hedonist bir toplum. Liberal teorisyenlerin ortaya attığı bir kavramdır hedonizm. İnsanı, doyumunu arayan bir varlık olarak görürler. İzmirlilerin yaşam tarzını düşünün, her yıl üç ay yazlıklarına giden bir ana grup var, yaz tatilinde memleketine giden de var elbette; ama en azından İzmir’in üst tabakası, sürekli Çeşme yarımadası ile İzmir arasında mekik dokuyan bir kesim görünümünde. Bunlar Çeşme’de kültür veya sanat mı tüketiyor? Hayır, haz odaklı yaşıyor. Bir toplum ne kadar hedonist ise o kadar az normatiftir, o kadar az baskıcıdır; çünkü eğlence, prototip olarak norma uyan bir etkinlik değildir. Bütün karnavallar, bayramlar, kolektif coşku ve eğlenceler insanların normun dışına çıktığı yaşam anlarıdır. Belki de böyle olması daha iyi… Nuri Çolakoğlu’nun İzmir Kültür Çalıştayı’nda söylediği ve benim de zaman zaman düşündüğüm bir husus vardı: Çeşme Yarımadası olmasaydı İzmir’in kültür sanat hayatı daha farklı bir yönde gelişirdi… Çünkü İzmir’in kültürel tüketim potansiyeline sahip kesimi üç ay boyunca yarımadaya taşınıyor; tüketim ve gösteri dünyasına gömülüyor. Aynı dönemde denizi olmayan bir kent veya toplum düşünelim; bunların insanları nasıl geçirecekti bu boş zamanları? Tiyatroya, sinemaya veya operaya, panellere veya açık oturumlara daha fazla gidecekti, daha çok entelektüel etkinlik olacaktı. İzmir çok fazla hedonist odaklı ve bu da yukarıdaki analizim çerçevesinde İzmirliyi anti-demokratik bir değerler sisteminden uzaklaştıran, tercih ve zevk odaklı bir yola sevk eden bir başka faktör…
SOYOĞUL: Coğrafyası bunu mümkün kılıyor ama… Buradan bir saat sonra Çeşme’desiniz…
BİLGİN: Muhakkak ki coğrafya önemli. Pek çok şeyin kolay ulaşılabildiği ve el altında olduğu bir coğrafya. Hedonizmin zıddında, olabildiğince masrafların kısılıp kemerlerin sıkıldığı bir yaşam tarzı var… Bu püriten yaşam tarzı ahlakçı ve dolayısıyla yargılayıcı bir bakış içeriyor... Püriten olanların sosyal kontrol eğilimi daha fazladır, en azından hedonistlerden daha fazladır…
Tüm bunları bir araya getirip bakarsak İzmirliye yüklenen antidemokratik atıflar dayanaksızdır. Tekrarlayalım; sosyal kontrolü, yani mahalle baskısını mümkün kılan faktörler bakımından İzmir pek çok kente göre farklılık arz ediyor: Normların belirgin olmaması ve hakikat adına vazedilmemesi, diğer kültürlerle temas, tehdit algısının zayıflığı ve hedonist eğilimler İzmirliyi, kim ne derse desin, aralarında yaşamanın en rahat olduğu şehirlerden biri haline getiriyor.
SOYOĞUL: Peki neden bu algılar var İzmir hakkında?
BİLGİN: Bir defa bizim algısal yanlıklarımız var. Tarafgirlik var. İzmir dışından bakanların algılarını yönlendiren yanlılıklar söz konusu. Bunu aydınlatan bir örnek vereceğim, klasik bir sosyal psikoloji araştırması, tüketim davranışlarını analiziyle 2003 yılında Nobel Ekonomi Ödülü’nü alan bir sosyal psikologdan. Yaptığı deney şöyle: Deneklere diyor ki; ‘dışarıda bir grup var, 100 kişilik; bunun yüzde 70’i mühendis yüzde 30’u avukat... Bu gruptan tesadüfen bir kişi alıyorum. Bu aldığım kişi iyi konuşuyor, büro işlerini seviyor. Sizce bu kişinin mühendis ya da avukat olma olasılığı nedir?’ Deneklerin büyük bir kısmı bu kişinin avukat olduğunu söylüyor. Bu tahmini yaparken güzel konuşma özelliğini öne çıkartıp temel veriyi, yani grubun yüzde 70’inin mühendis olduğu bilgisini unutuyorlar. Oysa şöyle demeleri gerekirdi: Matematiksel olarak bu kişi yüzde 70 mühendis, yüzde 30 avukattır. Avukatlara yakıştırdıkları bir özelliği alıp bu kişiye yükleyerek grubun yüzde 70’inin mühendis olduğu bilgisini ihmal ediyorlar. İzmir konusunda da aynı şey söz konusu… Mesela İzmir’de bir Cumhuriyet Mitingi veya BDP mitingi etrafında cereyan eden olaylar/tepki tartışıldığında, İzmir’in pek çok özelliği unutularak bu olaylar kabartılıp öne çıkarılıyor. İzmir’in insanları çeken, cezbeden, rahat hissetmesini sağlayan temel dokusu unutuluyor, dikkate alınmıyor… Bu problemimizin can damarı... Belki işin doğası böyle... Bir olay gazetelerde manşete çıktığı zaman insanların algıları bunun üzerine odaklanıyor. Algıda seçicilik böyle işliyor. Ama bilim adamları İzmir’i diğer şehirlerle, örneğin farklılıklara tolerans ve muhafazakarlık bakımından karşılaştırsaydı, benim söylediğim bakımlardan baksaydı, farklı bir yargıya varırdı.
Bir tek noktada belki bir problem olup olmadığı sorgulanabilir. Cumhuriyetin değerlerinin İzmir’de bir bakıma tecessüm etmesi... İzmir cumhuriyetin değerlerine daha çok sahip çıkan bir şehrimiz.
SOYOĞUL: ‘Cumhuriyet bir projedir’ sözünüze atfen soruyorum; o projeyi en iyi inşa etmeye çalışan, en fazla uyan İzmir mi oldu?
BİLGİN: Diğer şehirlerle karşılaştırmadığım için bilemem ama İzmir’in bu konuda pek çoğundan daha önde olduğu doğru. Bunu yaşam tarzları bakımından, cumhuriyetin kurucu felsefesine uygunluk bakımından söylüyorum; İzmir’in, etnik gruplar arasındaki farklılıkları dikkate almayan yapısı var. Bunda geçmişi de çok önemli... Mübadelenin 90. yılındayız. Bir defa Batı Anadolu’da yaşayanların önemli bir kısmı bir başka topraklardan gelmiş durumda. Demek ki bunlar bir bakıma bir başka hayatı, kültürü buraya taşıyan insanlar… Yerli değil tam anlamıyla… Nüfusun farklı kanallardan gelmesi Amerika’nın kuruluş dönemine benziyor. Avrupa’nın farklı yerinden gelen kültürlerin orada hercümerç olması gibi… Hatta Chicago’nun yapısından daha iyi bir sentez olmuş ilk yıllardan itibaren; çünkü mahalleler çok fazla ayrılmamış. Bugün bu sınırların da ortadan kalktığını görüyoruz… İzmir’in bir işgal yaşamış olması da önemli bir faktör... Varsayın ki bir gün evinize haciz geliyor, el konuyor. İşgal fazla sürmese de bir süre devam ediyor ve bunu unutmak mümkün değil. Bir travma bu İzmirli için. Bunu kolektif hafızada hala canlı olarak yaşayan insanlar var… Sadece iki nesil öncesinin öyküsü bu; kolektif hafızada hala izlerini taşıyor İzmirli; ondan bunu taşımamasını isteyemezsiniz. İşgali yaşamış kişiler için Cumhuriyet bir kurtarıcı. Bunun böyle olmaması normal olmazdı. Dünyanın pek çok ülkesinde bu tür muzaffer anıları olan bazı şehirler, tarihlerinin o dönemlerini yücelerek bir kimlik inşa etmeye çalışıyorlar. Hiç kimse onlara niye bunları yapıyorsunuz demiyor… Aksine kötü olaylar yaşadıkları zaman bunların izini silmeye çalışıyorlar... Bunun örnekleri var, Fransa’da Vichy’i hükümeti bir travma kaynağı; II. Dünya Savaşında Almanların işgali sırasında Vichy’de işgalcilerle işbirliği yapan Petain hükümetinin kurulmuş olması, kentin bugünkü insanları için dahi bir utanç kaynağı. Bunu silmek için Napolyon’la ilgili bazı anılarını öne çıkarıyorlar. Kennedy’nin öldürüldüğü Dallas kenti, Kennedy’nin ölümüyle ilgili olumsuz çağrışımlardan rahatsız; onu silerek başka bir yanı öne çıkarmaya çalışıyor. Menemenliler de geçmişten rahatsız... Bunlar doğal tepkilerdir. Geçmişin yükü, olumlu veya olumsuz, pek çok kentin sırtında; bu sadece İzmir için söz konusu değil… Bunları kolektif hafızadan silmek kolay değil. Benim memleketim Afyon’un Sandıklı ilçesi… Orada da cumhuriyetin izleri mesela Konya’nın ilçelerine göre daha belirgindir. Çünkü savaşın pek çok safhası orada yaşandı... Bir düşünün, ilkokul çağında bir çocuk Sandıklı’da bayramlar öncesi, yani arife günleri mezarlığa gidiyor kabir ziyareti için, babasının kabri yakınında orada bir anıt görüyor, Çiğiltepe’de kendini vuran Albay Reşat Bey’in anıtı. Anıtı orada görüp de savaş yıllarını hafızasında canlandırmaması mümkün mü? Afyon’a giderken ben hep bakardım. Burası Çiğiltepe, burası Kocatepe, burası Tınaztepe. Tren yolunun dağlar arasında ardı sıra kat ettiği sekiz tünel… Doğaldır, insanlar tarihleri böyle kurgular ve inşa ederler. Olayları bir öykü içinde yapılandırırlar. Bunlar üzerinden kimlik oluştururlar… İzmir’in cumhuriyet konusundaki hassasiyeti bununla ilgili. Bunları tehdit altında hissettiğinde tepkiler beliriyor. İzmir Kürt düşmanı, ırkçı bir kent değil… Bunu söylemek haksızlık olur. Irkçılık, özü itibariyle şu veya bu etnik gruba değil, tüm azınlıklara, marjinal gruplara yönelik klişeli, dogmatik ve katı bir düşünce tarzıdır.
SOYOĞUL: Son 10 yıldır bu işin kabarmasının nedeni de AK Parti iktidarıyla kendini/Cumhuriyeti tehdit altında hissetmesi olabilir mi?
BİLGİN: Biraz bununla bağlantılı. Ama sadece bu değil. İnsanlar sosyal muhayyilede diğer kentlerdekinden farklı bir sembolizmin içine oturtuldukları zaman, bir senaryonun doğal parçası haline geliyorlar. Şunu demek istiyorum. Sosyal temsillerimizde ‘İzmir özgürlükler şehridir, özerktir’ ve benzeri bir imaj geliştiğinde, insanların davranışları ve olaylar daha çok algılanıyor. Ve kendini gerçekleştiren kehanet döngüsündeki gibi, bunun etkisiyle insanlarda ses çıkarma, bazı şeylere ‘hayır’ deme eğilimi beliriyor. Sürüye uymama, herkes gibi olmama arzusu öne çıkıyor; ama bunları aktivistler olarak görmek lazım... İzmir halkının tümüne genellememek gerek.
Esasen normu en güçlü olan topluluklar, töre toplumlarıdır. Törenin hakim olduğu yerleri düşünün. Ne oluyor buralarda? Kodlanmış katı davranış kalıpları var; bunlardan sapmalar, kutsal bir şeyin ihlali gibi. Mesela genç kızların, kadınların kendilerini bağlayan bir normun dışına çıkması halinde, yakın çevresi onları katletmeyi, yok etmeyi hak ve görev sayıyor; bu görevi yerine getirmemenin utancı yanında hapis cezaları hafif kalıyor; aile şerefini kirlettiği varsayılan kızları öldürmek hem meşru, hem bir zorunluluk sayılıyor. Böyle bir toplumda toleransın, hoşgörünün, farklılığın yeri olabilir mi? Olamaz. Şimdi İzmir onlara ne kadar benziyorsa, o kadar onlar gibidir. Ama benzemiyor, İzmir’de töre gücü yok. Bir genç kız ailesinden uzakta kendi başına evlenmeye karar verse İzmir’de uğrayacağı tepkilerle Afyon’da, Konya’da, Yozgat’ta, Sivas’ta, Diyarbakır’da uğrayacağı tepkileri karşılaştırmak mümkün mü? Bence gerçek ölçü budur. Sapmaya izin veren toplum ve sapmalara izin vermeyen toplum yapılarına bakarken bu tür ölçülere bakmak lazım.
SOYOĞUL: İş biraz daraldı o zaman... Aktivistler, kentin sivil toplum örgütleri vs. iş dünyasından bir grup… Öyle diyelim… Bu kesimin demek ki, her türlü şeyi tehdit olarak algılaması…
BİLGİN: Her türlü şeyi değil. Sadece cumhuriyet değerlerine tehdit olarak gördüğü bazı şeyleri… Bence etnik tehdidi algısı var… ‘Gavur İzmir’ benzetmesi de bir vesile oluyor. Hükümetin politikalarına karşı bir tepkiyi dile getirmenin bir vesilesi oluyor.
SOYOĞUL: Gavur İzmir kelimesinden keyif alanlar olduğunu, ancak bu kesimin bu sözcüğü dışarıdan birisi kullandığı zaman öfkelendiğini görüyorum. Bunu tehdit olarak algıladığı için mi?
BİLGİN: Bu bence tehditten ziyade meydan okumanın bir vesilesi olarak kullanılıyor İzmirliler tarafından. Yoksa ‘Gavur İzmir’ demenin neresi tehdit olacak ki?
SOYOĞUL: Bir başkası ‘Kent sümüklü, temizlense pırıl pırıl olacak çok güzel bir çocuk gibi’ diyor; haydi salvolar başlıyor. Son olarak da Diyanet İşleri Başkanı’nın ‘İzmir’in irfan geleneğine ihtiyacı var’ sözlerine karşı tepkiler…
BİLGİN: Diyanet İşleri Başkanı şöyle deseydi: İnsanların bir dini anlama ve pratiğe geçirme tarzları kültürlere, şehirlere, bölgelere göre değişir… Böyle dese bir şey denilemezdi. Ama ‘İzmir’in dine bakışı başka’ dediğinde; İzmir bir yanda, diğerleri bir yanda konumlanmış gibi oluyor. Söylemin kendisinde bir hata var. ‘İrfan geleneğiyle ilgili ikinci cümlesi de iyi değil... Diyebilir ki İzmir’in, Manisa’nın Aydın’ın, İslam’ı hayata geçirme tarzları Konya’nın Yozgat’ınkinden farklı… Böyle dendiği zaman sosyolojik bir bakış olur. Ama bir yanda İzmir, öte yanda tüm diğerleri… İster iyi bir şey söylesin, ister kötü bir şey söylesin, siyaseten doğru değil.
SOYOĞUL: Bütün bu söylediklerinizden sonra ‘İzmir’in kendi kabuğuna kapandığı ve gelişmenin durduğu, eskiden ilklerin kentiyken bu unvanını artık başka kentlere kaptırdığı’ söylemlerine…
BİLGİN: Yok, bunlar medyatik şeyler…
SOYOĞUL: Hepsi medyatik mi?
BİLGİN: Şöyle diyebiliriz; elbette ki tarih içerisinde kentlerin rolleri değişir. Öyle kentler var ki, belirli dönemlerde belirli konularda öncülük yapmışlardır ama daha sonra bu öncülüğü kaybetmişlerdir, başka kentler onların önüne geçmiştir. Bunlar doğal gelişmelerdir. İzmir’e özgü bir şey değil. Sabahleyin bakıyordum yabancı bir kanalda, balık neslinin tükenmesinden dolayı terk edilen kasabaları anlatıyorlardı İngiltere’de... Veya madenciliğin çok öne çıktığı dönemlerde Almanya’da Ruhr Bölgesi, Fransa’da Lorrain Bölgesi, ABD’de Pittsburg bölgesi çok önemliydi; kömür madenlerinin ve demir-çelik sanayiinin parlak olduğu dönemlerde… Ama o sanayiler daha sonra ikinci dereceye, üçüncü dereceye düşünce ocaklar kapatıldı ve bu bölgelerdeki pek çok şehir de bir bir ölü şehirlere döndü. Bu gelişmeler şehirlerin özel kabahati değil, yapmaları gerekip de yapmadığı bir şeyden kaynaklanmıyor. İzmir Fuarı’nın bundan 40-50 yıl önceki rolünü yitirmesi, fuarın veya İzmirlinin bir kabahati mi, yoksa koşulların değişmesinin mi bir sonucu? Pek çok yerel sorun, dünyadaki gelişmelerin bir sonucu… Böyle bakmak lazım… Elbette İzmir de bazı konularda diğer şehirler tarafından geçilecektir. Her zaman önde olacak, diğerlerinden daima daha iyiyi yapacak diye bir kural mı var?
SOYOĞUL: Ekonomideki bir takım değişimler ve dönüşümler sosyolojik olarak etkiliyor değil mi?
BİLGİN: Muhakkak ama o zaman rakamları getirmeleri lazım... Demeleri lazım ki, ‘işsizlik oranı temel bazı parametrelerde şöyle oldu.’ Bunu dediğiniz zaman normatif bir bakış açısıyla şundan dolayı böyle oldu demek yerine ‘bu işi beceremediniz’ tarzında bakmak, günlük hayattaki konuşma tarzına benziyor. Elbette bazı şehirler bazı şeyleri diğerlerinden daha iyi yapacaktır. Ne bileyim Manisa, Aydın gibi şehirleri alsak, bunlar örneğin yüz yıl öncesiyle karşılaştırılsa, muhtemeldir ki belki Aydın çok daha önemli bir şehirdi Manisa’dan… Ama sanayileşme bugün muhtemelen Manisa’da daha çok gelişti. Bunun nedenini-niçinini araştırmak lazım; kaldı ki Aydın tarafında da belki turizm daha çok gelişti. Hangisi daha iyi; kimin perspektifiyle bakıldığına göre değişir. Bunlardan biri kötü, biri iyidir diye bakmanın da doğru olduğuna inanmıyorum…
SOYOĞUL: İzmir’de bir tartışma kültürünün olmayışı, hep bir karşı çıkış tehdit algısından mı?
BİLGİN: İzmir’de olmaması diyorsunuz… Başka yerlerde var da İzmir’de yok tarzında mı anlamalıyım bunu soruyu? Yoksa ‘İzmir’de canlı entelektüel bir kültür hayata geçirilemedi’ tarzında mı anlamalıyım? Bu ikisi farklı şeyler... Ben de İzmir’in entelektüel hayatını görece zayıf buluyorum ama bunu ‘öteki şehirlerde var da İzmir’de yok’ gibi algıladığınız zaman hatalı oluyor. Başka yerde var da İzmir’de mi yok? Manisa’da, Konya’da, Kayseri’de, Ankara’da var da burada mı yok? Bir şehre odaklanmak bizi yanıltıyor. İzmir’de entelektüel canlılığı ben de yeterli görmüyorum, üstelik olmasını ben de arzuluyorum. Neden olmuyor? Bunu bir gözlem olarak kaydediyorsak, tamam o zaman düşünelim. Benim kanaatim, pek çok İzmirlinin hedonist bir tarz yaşaması, zevk odaklı yaşaması entelektüel gelişimi frenleyen bir faktör; entelektüellik insanın arzularıyla arasına çok da büyük olmayan belirli bir mesafe koymasını gerektiriyor. Yine de bu konuyu daha yakından incelemek için bazı temel istatistik veriler gerek; bunlar hakkında çok da fazla bilgim yok. Örneğin İzmir’de kişi başına düşen milli gelir nedir / Ankara’da nedir / İstanbul’da nedir? Veya yaşam kalitesi göstergeleri bakımından İzmir’in durumu nedir?
SOYOĞUL: Aklıma ilk gelen rakam işsizlikle ilgili; işsizliğin Adana’dan sonra Türkiye genelinde en çok İzmir’de olduğu, son TÜİK verilerine göre…
BİLGİN: Bu tür rakamların tek tek anlamı yok. Mutlak rakamlar üzerinden bakmak yerine işlenmiş veriler üstünde durmak daha doğru. Mesela işsizlikle ilgili bir sıralamada, A, B, C şehirleri işsiz oranı bakımından binde 99, binde 98, binde 97 kişi olarak dizildiğinde bunlar arasında istatistiksel olarak anlamlı bir fark yoktur, ama günlük dilde ve sohbetlerde A en çok işsizin bulunduğu bir kent olarak algılanır. Değerlere logaritmik olarak bakmak lazım…
SOYOĞUL: Son tartışmalar eşiğinde de bazı şeyler sormak isterim. Hürriyet yazarı Ertuğrul Özkök ki, o da sosyolog aynı zamanda. Türkiye’nin aradığı bir arada yaşama modelinin İzmir olduğu söyledi bir yazısında ve şöyle yazdı: Mersin’e giden Kürt, Kürt olarak kalıyor da İzmir’e giden Kürt İzmirli oluyor. Asıl çözüm paketinin açılacağı yer İzmir diyordu…
BİLGİN: Ne demek istediğini anlıyorum, haklı olduğu yanlar var. Ama burada da bir şeyin altını çizmek gerek. İzmir blok halinde her tarafı aynı olan bir kent değil… 1990’ların başında üç kentin karşılaştırmalı analizini yapmıştım: Birisi Tire, tarım kökenli geleneksel muhafazakar bir kent… Birisi Ayvalık, turizm odaklı dışarı açık bir kent… Üçüncüsü de Aliağa... Aliağa’yı da sanayileşen bir kent olarak almıştım. Petkim’i oraya kurmakla mutlaka ekonomik gelir düzeyini çok artırıyorsunuz ama bu, Aliağalıların hayatına otomatik olarak yansımıyor. Çünkü işçileri ya buradan götürüyorsunuz ya da kentin kenarına yeni lojmanlar, işçi mahalleleri yapıyorsun. Ama yolun üst tarafında doğu illerinden gelmiş olan vatandaşlarımızın bazıları kentle bütünleşmiyor; aralarında deniz kenarına inmeyenler bile vardı. İzmir’de de entegrasyonun başarılamadığı yerler yok değil… Hatırlıyorum o yıllarda Rotaryenler, Aliağa’nın bu kesimlerinde okuma-yazma, dikiş-nakış kursları düzenleyerek buradakilere bir şeyler katmaya çalışıyorlardı. Aynı ya da benzeri bir dayanışma çabasını Tire’de Balım Sultan Vakfı, fakirlere yiyecek dağıtarak gösteriyordu… Bu tarz dayanışmalar var İzmir’de. Ama entegrasyon her yerde başarılmış değil.
Yine de şu söylenebilir; İzmir ilk kuşak göçmenlerin entegrasyonu bakımından bir model durumunda.. Batı Avrupa’da da böyle olmuş 19. yüzyılda.... Polonya’dan, İtalya’dan gelen göçmen grupları çok iyi entegre edilmiş, ama daha sonrakilerde o kadar başarılı olamamıştır Batı Avrupa ülkeleri. Türkiye’de de aynı şekilde; mesela Balkanlardan, Yugoslavya’dan, Bulgaristan’dan, Adalar’dan, Girit’ten vs gelenleri iyi entegre etmiştir İzmir… Hatta daha sonraki dönemlerde, 60’larda 70’lerde de oldukça başarılı görüyorum entegrasyon çabalarını. 70’lerin sonlarında da bir araştırma yapmıştım Gültepe… O zamanlar Orta ve Doğu Anadolu kökenli hemşerilerimiz çoktu Gültepe’de. O zaman da başarılıydı. Olaylar Türkiye’nin genel siyasetindeki gelişmelere bağlı olarak değişmeye başladı 90’lardan sonra. Güney Doğu sorunu Kürt meselesi olarak inşa edildi; Cumhuriyetin kuruluşunda yurttaşlık olarak kavramlaştırılan Türklük, etnik bir kimliğe indirgendi. Liberal aydınların pek çoğu yurttaşlık inşasına katkıda bulunmak yerine paradoksal olarak Türk kavramını etnik rengiyle öne çıkardı; yurttaş kimliğinin içi boşaltıldı. Öte yanda da benzer hatalar görüldü; Türkî Cumhuriyetlerin bağımsızlığından sonra Türk olmanın etnik boyutu daha çok öne çıkarıldı; soy ile millet veya ulus kavramları karıştı; onları aynı soydan olmakla birlikte farklı uluslar olarak görmek yerine, ‘2 devlet 1 millet tarzı’ söylemlerin cazibesine kapıldı pek çoğu. Dolayısıyla her iki yanda da bilerek veya bilmeyerek etnolojik düzlem ile siyasal düzlem birbirine karıştırıldı. Uzatmayayım, tüm bunlar İzmir’e de yansıdı.
SOYOĞUL: İzmirlilerin zaman zaman gazete sütunlarına çıkan tepkileri anti-demokratiklikle, hoşgörüsüzlükle niteleniyor; bunlar neyin semptomu?
BİLGİN: Etnik gruplar arası ilişkiyi bir kenara bırakalım İzmirlileri daha rahat görmek için… Kendinizden bakın. Otoriter yapılı, bir bakıma faşist, dogmatik yapılı kişilerin özellikleri nelerdir diye baktığımız zaman ne görüyoruz? Öncelikle bu kişilerde yerleşik düzene uyum ve şeflerine itaat yüceltiliyor. İkincisi, bu düzeni çiğneyenlere karşı tepki sert oluyor. Üçüncüsü de klişeli bir düşünceyle her tür farklı davranışta tehdit algısı gözleniyor, güvensizlik beliriyor.
İnsanlara bakarken biz çoğu zaman düşüncelerinin içine bakıyoruz. ‘A mı düşünüyorsun B mi düşünüyorsun?’ tarzında düşüncesinin sesine, rengine bakıyoruz. ‘Sağa mı oy veriyorsun sola mı oy veriyorsun?’… Oysa bazı yazarlar diyorlar ki, insanların otoriter yapılarını anlamak için bu yeterli değil… Bu yanıltıcıdır. Çünkü aynı otoriter yapılar sağda da görülüyor solda da görülüyor. O tarafta da militan, acımasız son derece hoşgörüsüz insanlar var, bu tarafta da. Bu da bir vakıa… Hem sol kesimlerin, hem de ister sağ kesimlerin ikisinin de diktayı çağrıştıran otoriter, buyurgan, anti-demokratik tipleri çok. Demek ki düşüncenin içeriği, insanın düşünce dünyasını anlamamızda yeterli olmuyor. Bu yargılara nasıl varılıyor buna bakmak lazım. Bu yazarların vardığı sonuçlar, daha ziyade kendi gruplarının buyruklarına karşı uyma veya uymama meselesinde ortaya çıkıyor. Örneğin diğer insanlara şefimin buyruğu, amirimin talebi üzerine iyi davranmam veya onların aksine iyi davranmam başka başka şeylerdir. Orta Anadolu’dan güzel kasaba köy alalım; cemaat tarzı oturmuş, yerleşik bir yapısı olsun; huzurunu bozan herhangi bir olay çıkmıyor olsun. Ne denebilir hakkında? Bunu görmek için bir yabancıyla, bir farklılıkla iç içe yaşaması gerek. Böyle bir durumla karşılaştığında ne yapacağı belli değil… Orada bir olayın olmaması, otomatik olarak onların hoşgörülü, barışçı, anlayışlı olduğu sonucunu getirmiyor. Konuyu şuna getirmek istiyorum, insanların bir takım engellemelerle karşılaştıklarında ne yaptıklarını görmek gerek. Buna bakmak lazım… Engellendikleri veya çıkar çatışması yaşadıkları zaman bunu bir hoşgörüyle mi karşılıyorlar, yoksa saldırganlık mı gösteriyorlar? Çünkü böyle teoriler var sosyal bilimlerde. Saldırgan davranışları açıklayan şeyler arasında engellenme ve çıkar çatışmaları gibi faktörler vurgulanıyor.
SOYOĞUL: ‘Hayatın marjlarının korunmasına bağlı bir delikanlılık var İzmir’de’ diyorsunuz bir yazınızda. Özgürlük ile marjlar arası ilişki İzmir’i anlamak bakımından kilit önemde diyorsunuz... Bunu biraz açar mısınız?
BİLGİN: Kastım şu: Delikanlılık hakim normların bulunduğu bir mahallede ara özgürlük alanlarında filizleniyor. Bir bakıma delikanlılık mahallede normun karışmadığı bir özgürlük alanını temsil ediyor. Tıpkı bir kentte binaların olmadığı yerlerin serbest olması gibi; yapılanmamış alanlarda özgürce dolaşabilirsiniz. Bu yapı, sapmalara izin veren bir özellikte. İzmir’e geldiğim ilk yıllarda, yaklaşık 40 yıl önce, dostlarımla birlikte Anafartalar Çarşısında dolaşırdık; sahaflara benzemeyen birkaç eski kitapçı vardı; tavan aralarında kalmış gazete, kağıt ve kitapları toplayanlar.. eski kitaplar peşinde koşardık. Eşrefpaşa’dan gelen delikanlı tipleri vardı. Normların marjında yaşamaya alışmış tipler. Mahallenin onurunu, namusunu gözeten, ama yaşam tarzı bakımından sınırda olan insanlar. Kastım buydu. Yapılanmış her toplumda olduğu gibi, kentlerde de özgürlük alanları, ara özgürlük alanlarıdır ve bunların korunması son derece önemlidir. Bu tür alanlara izin vermeyen, kontrol altına almaya çalışan toplumlar, standartlaştırıcı regaliyen, yani kralî iktidar toplumlarıdır.
SOYOĞUL: Peki size bu kent ne anlatıyor? Nuri Bilgin olarak… Bireysel anlamda ne anlatıyor?
BİLGİN: Ben İç Anadolu’da yetişmiş bir insanım. Afyon’da, Akşehir’de ve Ankara’da büyüdüm. Benim temel kişiliğim dindar bir aile ortamında ve buralarda şekillendi… Aslında Türkiye’yi iyi / doğru temsilî örneklerinden biriyim. Sonra yurtdışına gittim ve doktora sonrası buraya geldim. Geldiğim zaman İzmir’i hiç bilmiyordum. Ama hayatımın çok büyük kısmı burada geçti. Ben İzmir’i gerçekten sevdim. Bir defa şunu gördüm: Ben gerek arkadaşlarım arasında, gerek entelektüel dünyada bazı farklılıkları olan bir insanım. Bir yabancıyla evliyim. Kamuoyunun gözü önünde olan bir insanım. Dolayısıyla potansiyel olarak baskılara hedef olabilecek türde bir insanım bazı ortamlarda... İzmir’de böyle olmadı. Bu benim için çok önemli. Demek ki İzmir benim gibi bir insanı içine alabiliyor, bana kendimi evimde hissettirebiliyor. Ben birey olarak buna bakıyorum. Burada yaşayabiliyorum, nefes alabiliyorum. Kuşkusuz çok sapkın davranışlarım yok. Mazbut bir yaşamım var… İş odaklı bir yaşam. İnsanların arasına karışan bir insanım mesleğim gereği. İzmir’in farklı dönemlerini gördüm. Alyanak’a, Özfatura’ya, Çakmur’a oy verdiği dönemleri yaşadım. ‘İzmir iyi mi idare ediliyor kötü mü idare ediliyor?’ sorusuyla ilgili değil benim değerlendirmem… Nuri Bilgin olarak İzmir’de yaşamayı seviyorum. ‘Yaşayacağım şehri yeniden seçmek şansım olsaydı nereyi seçerdim?’ sorusuna cevabım İzmir olurdu. Bu önemli bir kontrol sorusu. İnsanlarda kentsel doyumun ölçülmesinde bu tür sorular soruluyor. Örneğin şimdiye kadar kentimden beklediğim şeylerin çoğunu elde ettim mi? Bu şehirde yaşamaktan memnun muyum?. Tekrar seçme imkanım olsaydı yine bu şehirde yaşamayı seçer miydim? gibi. Bunlara evet-hayır arasında 7 dereceli bir basamakta verdiğiniz cevaplar, sizin kentsel doyum düzeyinizi yansıtıyor. Bunu demin sözünü ettiğim Tire, Ayvalık ve Aliağa’da uygulamıştım. Orada da görmüştüm. Ben bu bakımlardan pek çok insanın İzmir’de yaşamaktan mutlu olduğuna inanıyorum. İzmir’e tepkilerin çoğu İzmirlinin pek çok kişinin imrendiği, ama kendinden emin havası nedeniyle başkalarına kendilerinin ‘lüzumlu olduğu’nu hissettirmeyen, minnet etmeyen havasından kaynaklanıyor. Farklı olması, psikolojik planda kontrol dışılığı çağrıştırıyor. Dışarıdan baktığınız zaman kontrol edilemez görülüyor. Merkezi idareler açısından kontrolü zor bir şehir. Genç Parti’ye verdiği oyu hatırlıyorsunuz…
SOYOĞUL: Evet, yüzde 17… Nasıl unuturum?
BİLGİN: Öngörülmesi son derece zor bir şeydi... Merkezi idare ve partiler açısından bakıldığında hakikaten inanılmaz bir durum. Demek ki tepkileri çok öngörülebilen tepkiler değil. Belki de bu bağımsızlığını koruma, özerkliğini koruma tavrı İzmirlilerde. Tepkisi kendiliğinden gelişiyor. Bu siyaseten solda veya sağda olmakla ilgili bir şey değil. Bana deseler ki ‘İzmir solcu bir kent midir? ‘Evet veya ‘Hayır’ diyemem, ‘Sağcı mıdır?’ deseler yine ‘Evet veya Hayır’ diyemem.. Böyle bir şey yok. İzmir’in muhafazakar olan semtleri var, muhafazakar olmayan semtleri var. Ama İzmir bu farlılıkları bir bakıma iyi entegre etmiş bir yapı gibi görünüyor. Meçhul dost diye bir kavram kullanırım kentlerdeki insan ilişkilerini ifade etmek için. Milgram’ın bir kavramı. Kim olduklarını bilmediğimiz, ama tanıdık bulduğumuz insanları belirtir bu kavram. İzmir’de yaşayan insanlar bana tanıdık geliyor. Baktığım zaman aşina olduğum yüzler görüyorum. İster Doğu’dan gelsin ister Batı’dan gelsin fark etmiyor; kim olursa olsun buradaki insanlar bana aşina geliyor. Bakışlarında, duruşlarında böyle bir şey var. İzmir’i seviyorum, bu açıdan da seviyorum. Üstelikte başlangıçta içinde yetişmediğim bir kent bu; kolay değil İç Anadolu kültürüyle gelen birisi için.
SOYOĞUL: ‘İzmir beni evcilleştirdi ben İzmir’i evcilleştirdim’’ demişsiniz zaten ‘İzmirli olmak Sempozyumu’nda…
BİLGİN: Aynen öyle. Bununla insan-mekan etkileşimine işaret etmek istemiştim; ancak İzmir’in beni evcilleştirmesi ile benim onu evcilleştirmem aynı düzlemde değil. İlki benim İzmir’e uyumumla ilgili, ikincisi ise benim onu zihnen ve duygusal olarak benimsememi, ona güvenle bakmamı belirtiyor. Güven konusunda Körfez’in yapısının önemine işaret etmiştim; bu fikir biraz da İlhan Tekeli’nin bana ilham ettiği bir şey. Şehrin körfez etrafında bir çanak şeklinde konumlanışı, güven duygusunu artıran bir faktör. Okyanus kenarında yer alan şehirlerin önlerinde belirsiz bir alan var. Belirsizlik daima tehdit algısını artırır. Bu sadece oralarda da değil, büyük çöllerin kenarlarında yaşayan kasabalarda da görülmüştür… ‘Ötede ne var?’, ötesi bilinmeyen şeyler alanı. Buralarda bilinmeyenden, belirsizden duyulan bir korku hakimdir. Körfezin bir yakasından baktığınızda karşıda olan bellidir. Kapalı bir form vardır. Kapalı formlar daha güven vericidir. Ve bu kapalılığı da İzmir’in çok büyük kısmı durduğu yerden görebilmektedir.
SOYOĞUL: Paris için ‘aşk şehri’, Vegas için ‘kumar’ sembolleri akla geliyor veya bir şehir adı bazen ‘mafyayı’ çağrıştırıyor. İzmir’in tek bir sembolü olabilir mi?
BİLGİN: Kentlerin uyandırdığı, çağrıştırdığı sembolizm önemli… Mesela İzmir’in kadınları… İzmir’in kızlarının güzel olup olmaması önemli değil burada. İnsanların onları nasıl temsil ettikleri... Onun hakkındaki sosyal temsilleri önemli. İzmir güzel bir şehir temsilinin çekirdeğinde yer alıyor. Güzelliklerle çağrışım halinde... Dişi bir şehir. Pek çok şehrimiz erkektir bizim. Bu anlamda İzmir, nüfusun yarısını hayata katabilmiş bir şehirdir. Bu şehrin katılığından vs. bahsedilebilir mi? Benim kafamda illa da şu diyeceğim bir sembol yok.
SOYOĞUL: Bu işlere kafa yoran birisi olarak aklınıza neler gelir?
BİLGİN: Şehir sembolleri her zaman bir şehrin özelliklerini iyi yansıtan şeyler değildir. Bu, şehir hakkındaki düşüncelere uyan şeylerdir. Paris’te daha iyi aşk yaşandığı için değildir Paris’in aşk şehri olarak adlandırılması. Öyle kurgulandığı için insanlar öyle etiketler, ama sonradan da bu etiketin etkisinde kalırlar. İzmir’e böyle baktığınız zaman çağrışımlarında birden fazla öğe var. Sadece bir tek şeyle çağrışmıyor: Rahatlık, zevk, yenilik üçü bir arada… Tümünün ortak paydasında serbestlik, özgürlük fikri var bence. İzmir’in sembolizminde en öne çıkan tema özgürlük havası… Salt siyasal anlamda değil; insan hareketlerinde hissettiği rahatlık, serbestlik, belirlenmemişlik…
SOYOĞUL: Bağımsızlık var bazılarının kafalarında…
BİLGİN: Bu da özgürlükle iç içe... Bir şeye bağımlı olduğumuzda serbest olamayız, rahat hareket edemeyiz. Bunlar birbirlerini destekleyen şeyler. İzmirlinin algısında birkaç özellik öne çıkıyor. Geleneklere bağlı değil, modern. Ama bu gelenek düşmanı olduğu anlamına gelmiyor. Yaşam tarzı olarak böyle... Bağımsızlık da böyle... Entelektüel bir şey değil bağımsızlık sadece. Güneş, tatil, deniz de önemli sembol grubunda. Ve tabii ki İzmir’in kadınları…
SOYOĞUL: Ne eksik bu kentte?
BİLGİN: İzmir’de eksik olan şeyler bakana göre değişir… Bana göre İzmirli ‘Fazla rahat, Bu kadar rahat olmamalı!’ diyorum. Çünkü entelektüel yaşamın canlılığında bir eksikliği var. Şöyle bir araştırma var. Tarih boyunca büyük adamların, sanatçıların, bilim adamlarının, mucitlerin eserlerini ortaya koyduğu yıllar işaretleniyor ve aynı periyotta savaşların tarihleri işaretlenip karşılıklılık olup olmadığına bakılıyor. Araştırma M.Ö. 700 yılı ile M.S. 1840 yılları arasında yaşamış 5000 yaratıcı insanı kapsıyor. Görülüyor ki, yenilik ve buluşların tarihi, savaşların tarihleriyle örtüşmüyor. Savaşlar ve keskin çatışmalar yeniliğe uygun değil, ama rehavet de öyle. Yaratıcılık, kriz havalarında daha belirgin bir hal alıyor.
SOYOĞUL: Yani yaratıcılık için tamamen rahatlık da uygun değil…
BİLGİN: Değil.
SOYOĞUL: Dozunda adrenalin…
BİLGİN: Aynen öyle... Şimdi bu açıdan baktığımızda İzmir’in rahatlığı bir dezavantaj entelektüel planda.
SOYOĞUL: Öyleyse İzmir’de tehdit algısı sınırlı bir kesimi ilgilendiriyor.
BİLGİN: Bunun sınırlarını bilemem, ama 1990’larda şöyle bir analiz yapmıştım Demokrasi Vakfının söyleşilerinden birinde. Özetle demiştim ki: Türkiye’de cumhuriyetin bekçileri, gardiyanları var, ama entelektüelleri yok! Gerçekten de Cumhuriyeti koruyup kollayanlar vardı, ama bunlar bir tür muhafız havasındaydı, entelektüel üretim yoktu. Öte yandan İslamî duyarlılık taşıyan hareketlerin gardiyanları yoktu ama entelektüelleri vardı o yıllarda... Özgürlük adına, eşitlik adına devamlı fikir üretiliyordu. Entelektüel tartışmalar canlıydı gerçekten. Am a şimdi sorarsanız İslamî kesimlerde artık kayda değer ölçüde entelektüellerin görülmediği ya da var olanı meşrulaştırmaya, savunmaya yöneldikleri, muhafızların olduğu gözleniyor. Kuşkusuz bu analiz biraz şematik; her şeyi tümüyle kapsamıyor; küçük grupların dinamiklerini bütünüyle dikkate almıyor. Tarih durmuyor, her alanda küçük de olsa arayışlar devam ediyor. Ama genel çizgilerinde durum böyle görünüyor.
SOYOĞUL: Tersine döndü…
BİLGİN: Hakim konuma geldiğiniz zaman, doğal olarak yeni arayışlar duruyor, entelektüel üretim bitiyor. Sol düşüncenin de 1990’ların başında, Berlin Duvarının yıkılmasından sonra ne muhafızları, ne de entelektüelleri kaldı. Liberal kesimin entelektüelleri vardı, serbest piyasa ekonomisinin mekanizmaları da koruyuculuk işlevindeydi. Şu anda cumhuriyetin ne gardiyanları, ne entelektüelleri var. Cumhuriyetçi düşünceye sadakat ve bağlılık deklarasyonları ve yakınmalar, entelektüel bir gelişmenin ifadesi değil, en azından şimdilik. İktidar odakları değişince gardiyanlar da değişiyor. Şu anda cumhuriyetin temel değerlerine ve felsefesine inananların, cumhuriyetçi fikri yeniden ele alarak yeni dünya düzeni temelinde yeniden yorumlaması, yeni problemlere göre düşünmesi lazım. Ne olabilir, ne olamaz?… Batı’da var böyle şeyler. Eleştirel cumhuriyetçilik perspektifinde, çevre sorunları, türban ve burka olguları, etnik arayışlar tartışılıyor ve Cumhuriyetçi bir politika çerçevesinde farklıklara nasıl bakmak gerektiği üstünde duruluyor. Cumhuriyetçi kesimin entelektüel uyanışının bu yönde olacağına inanıyorum; umarım İzmir de bu alanda gelişme gösterir. İktidarların standartlaştırıcı güçleri karşısında yaratıcılığın, ortak yaşamsal kültürün canlanmasında önemli bir rol oynar.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder