İnsanlar kaçınılmaz olarak diğer insanları kategorileştirmektedir. Herkes birbirini yaşlarına, dinlerine vb. göre ayırt etme eğilimindedir. Cinsiyet bu ayrımlar içerisinde ön plana çıkan bir değişkendir. Biri ile yan yana gelindiğinde, yan yana gelinen kişide fark edilen öncelikli özelliklerden biri o kişinin cinsiyetidir.
Cinsiyet, bireyin biyolojik anlamda cinsiyetine bağlı olarak kadın ya da erkek olmasını tanımlamaktadır. Toplumsal cinsiyet ise, bireylerin biyolojik cinsiyetlerinden bağımsız olarak kültürün oluşturduğu beklentilere ve kalıplara göre kadınsı veya erkeksi davranışlar ve yaşam stilleri sergilemesidir.
Kadınlar ve erkekler birçok açıdan birbirleriyle karşılaştırılmış ve iki cinsiyet arasında çeşitli farklılıklar bulunmuştur. Bu farklılıkların bir kısmı biyolojik olmakla birlikte, önemli bir çoğunluğu sosyo-kültürel farklılıklardır.
Toplumsal cinsiyet sosyalizasyonu, kız ve erkek çocukları doğduğu andan itibaren başlamaktadır. Sosyalizasyon, yani toplumsallaştırma, bireylerin toplumsal yaşama uyum sağlaması ve edindiği veya edineceği roller ile bu rollerin gereklerini öğrenmesi süreci olarak tanımlamakla birlikte bireylere var olan doğrular içerisinden o toplumun seçmiş olduklarını öğretme ve doğru olarak benimsetme sürecidir. Çocuklar, toplum tarafından kız ya da erkek olarak etiketlendikten sonra, cinsiyetin kültürel anlamlarını, toplumun “öğretmenleri” olan sosyalizasyon ajanları yoluyla öğrenmeye ve kazanmaya başlarlar. Bu kültürel anlamlar, toplumsal cinsiyet rolleri olarak görülür. Çocuklar bu sistemi öğrendikçe, kendilerini ve diğerlerini etiketlerler, kendi cinsiyetleri için tipik veya uygun olan özellikleri, tutum ve davranışları göstermeye çalışarak diğerlerinden kaçınmayı öğrenirler. Bir erkek için uygun olduğu düşünülen davranışlar erkeksi, kadınlar için uygun olduğu düşünülen davranışlar ise kadınsı olarak adlandırılmaktadır.
Çocukların doğumlarıyla birlikte temas ettikleri ilk sosyalizasyon ajanları genellikle ebeveynleridir. Ebeveynler ise çocuklarına giydirdikleri kıyafetler, odalarını dekore ediş tarzları, onlara verdikleri oyuncak çeşitleri, hatta kendi tutum ve davranışları gibi birçok yolla cinsiyete ilişkin kalıp yargıları çocuklarına aktarırlar. Günlük yaşamda rollerin benimsenmesinde genellikle kız çocukları annelerini, erkek çocukları ise babalarını model olarak almaktadır.
Hatta hemşirenin kucağındaki daha henüz dünyaya gelmiş bebeği anne veya babasına verirkenki halini düşünün. Bebek erkek ise, kalın ve kendine güvenen bir sesle “çok güçlü bir oğlunuz oldu” diyecektir. Bebek kız ise, sesini yumuşatacak ve “minicik, sevimli bir prensesiniz” oldu diyecektir. Sosyalizasyon daha anne kucağına verilmeden başlamıştır bile.
Okulda da genellikle bu değerler yeniden üretilir. 1928–1998 yılları arasında okutulan ders kitapları üzerinde yapılan çalışmada, özellikle 1945 yılından itibaren, geleneksel cinsel rollerin kitaplarda daha fazla temsil edilmeye başlandığı vurgulanmaktadır. Yapılan çalışmaya göre, kız ve erkek çocukları anne babalarına yardım ederken, kızlar özellikle annelerine çamaşır yıkarken, erkekler de babalarına tamirat işlerinde yardımcı olurken resmedilmektedir.
Kişilerin toplumsal cinsiyetlerini yansıtan gözlenebilir özellikleri ve davranışları göstermesi beklenir. Söz konusu belirtiler ve davranışlar kişinin kadınsı mı yoksa erkeksi mi olduğu konusunda bilgi verici bir nitelik gösterir. Toplumun beklediği normlar arasında; kadın ve erkek rolleri, kadın ve erkeğin kendini sunum şekli, konuşması, davranış kalıpları ve giyim kuşam gibi örüntüler bulunmaktadır. İnsanlar birini değerlendirirken erkeklerde erkekliği, kadınlarda kadınlığı belirleyen sosyal rollerin ne ölçüde yerine getirildiğine dikkat ederler.
Kadınların ve erkeklerin toplumsal cinsiyet rolleri yaşam deneyimlerinin hepsini olmasa bile birçoğunu etkilemektedir. Kadınlardan sekreter, hemşire, anaokulu öğretmeni gibi daha az prestijli ve daha geri planda görünen yardımcı görevler beklenirken, erkeksi olarak tanımlanmış yöneticilik, işletmecilik gibi görevlerde kadınların daha az başarılı olması beklenmektedir. Özellikle erkeklere uygun olduğu düşünülen mesleklerde başarılı olan kadınların, toplumsal cinsiyetlerine uygun olmayan bir rol içinde oldukları düşünülmektedir. Diğer yandan erkekler için durum tam tersidir. Kadınlara uygun olduğu düşünülen görevleri yapan erkekler olumlu algılanmazken, erkeksi görev olduğu düşünülen performans, güç, otorite gerektiren veya üst düzey yöneticilik türü görevlerde başarılı erkekler, erkeksi olarak değerlendirilmektedir. Ayrıca kadınlardan başkalarıyla ilgilenmeleri, duygularını ifade etmeleri, aileye yönelik olmaları, şefkatli, duyarlı, sadık, sabırlı ve anlayışlı olmaları gibi özellikler beklenmekte ve erkeklerden ise baskın, bağımsız, hırslı, güçlü, kararlı, rasyonel, aktif, iş hayatına yönelik olma gibi özellikler beklenmektedir. Böylece kadınlar eve, erkekler ise işe sürüklenmekte, erkek kamusal alanla tanımlanırken kadın özel alanla tanımlanmaktadır. Bu beklentiler doğrultusunda biçimlendirilen roller, çevresel baskılar nedeniyle hissedilen dışlanma korkusuyla genellikle şartsız kabul edilir. Kadın ve erkeğin kendilerine yüklenen görevlere, rollere şartsız uyması, üzerinde düşünmeden olduğu gibi devam ettirmesi, toplumsal cinsiyet rollerine yüklenen değer ve yargıların sürdürülmesine neden olmaktadır.
Toplumsal cinsiyet rolleri toplumdan topluma ve kültürden kültüre farklı özellikler sergilese de, kültürler arasında toplumsal cinsiyet rollerini aktarılması konusunda toplumlar arasında benzerlikler dikkat çekmektedir.
Buradan yola çıkarsak aslında aile içi şiddet dediğimizde belki de tek tek bireylerin değil, erkek egemen sistemin analiz edilmesi gerekmektedir. Erkeğin “güçlü, tuttuğunu koparan, vurdu mu oturtan, ağır, delikanlı, duygularını göstermeyen, ağlamayan, korkmayan” biri olması gerektiği vurgulanan bir sistemde şiddetin kapılarını toplum baştan aralamış oluyor. Üstelik şiddet kullanan erkek hedefini seçerken yine toplumun öğrettiklerini kullanarak “hanım hanımcık, sesini çıkartmayan, duygusal, boyun eğen, hizmet eden” biri olması gerektiği vurgulanan kadına yöneliyor.
Yukarıda saydıklarım tek başına “erkek neden şiddet uygular” sorusunun cevabı olamaz, ancak üzerinde çalışılması gereken bir konu olduğu da şüphe götürmez bir gerçektir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder